Arkadaşlar, Köyümüzle ilgili; büyüklerimizden olabilir, bir hatıradan olabilir, ilginç hatıralar olursa burda hep birlikte paylaşalım....
Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu'nun Moral Dünyası dergisindeki yazısı
Aile yapımız açısından dünümüz ve bugünümüz
Çocuk, kendi anne ve babasının, nine ve dedesine gösterdikleri ilgiyi örnek alarak büyür. Anne-babası kendi anne-babalarına nasıl davranırlarsa, ileriki zamanlarda anne-babasına öyle davranır. Bir anlamda, anne-baba olarak, davranış biçimimizle kendi geleceğimizi hazırlıyoruz. Osmanlı bunun farkındaydı. Peki ya biz?
Dünümüz böyle değildi. Yedi cihana nam salmıştık. Devletimizle, milletimizle, zaferlerimiz, maliyemiz, eğitimimiz, mimarimiz, sanatımız, dürüstlüğümüz, ahlaki yapımızla meşhurduk. Yabancılar kendi toplumlarına bizi örnek gösteriyorlardı.
1700’lü yılların sonuna kadar Londra Ticaret Odası’nda şöyle bir yazı asılıydı: “Türklerle alışveriş et.”
Aynı yıllarda Hollanda Ticaret Odası’nda yapılan herhangi bir oylamada oylar eşit çıkarsa, Türklerle ticaret yapan tüccarın oyu iki sayılır ve onun oy verdiği taraf kazanırdı: Yani bizimle salt ticari münasebeti bulunanların bile Avrupa’da böyle bir ağırlıkları olurdu.
Bunun sebebi “cevher yürekli” oluşumuzdu. Aldatma-kandırma bilmez, yalana tevessül ve tenezzül etmezdik.
Batı’da dilden dile dolaşan bir tevatür vardı: “İstanbul’dan bir şey satın alırken tüccarın menşeine dikkat edin; Yahudi ise istediği fiyatın üçte birini, Rum ise yarısını, Türk ise tamamını veriniz!”
Şimdi tam tersi sözler dolaşıyor: Yürek cevherimize ne oldu dersiniz? Neden böyle sıradanlaştık?
Gerçek “neden”lere ulaşmak için, peşin hükümlerden arındıktan sonra, geçmişimizle buluşmamız gerekiyor. Çünkü geçmişimiz “adam gibi adam”lar yatağıdır. Osman Gazi’ler, Yıldırım’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar, Süleyman’lar, Sinan’lar orada olduğuna göre, onları yetiştiren şartlar da oradadır.
Osmanlı’nın fark ettiği
Bu gerçeği, Avrupalı gezginler tespit etmiş, mesela “Türkiye Seyahatnamesi”yle meşhur Du Loir, 1650'lerdeki ahlaki yapımızı tüm insanlığa, aşağıdaki çarpıcı cümle ile örnek göstermiştir: “Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Herhalde bu ahlaki yapı kendiliğinden oluşmadı. Nasıl oluştuğunun ipuçlarını ise A. L. Castellan veriyor: “Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi, sevgi ve şefkat gösterirler.” İşin püf noktalarından biri galiba bu: Hem yaşlılara, hem de çocuklara ilgi sevgi ve şefkat göstermek…
Sonuçta yaşlılar da bir nevi çocuktur!
Çocuk, kendi anne ve babasının, nine ve dedesine gösterdikleri ilgiyi örnek alarak büyür. Anne-babası kendi anne-babalarına nasıl davranırlarsa, ileriki zamanlarda (çocuk büyüyüp anne-babası yaşlılıklarını yaşamaya başladıklarında) anne-babasına öyle davranır…
Bir anlamda, anne-baba olarak, davranış biçimimizle kendi geleceğimizi hazırlıyoruz.
Osmanlı bunun farkındaydı…
Bu yüzden aile içi ilişkileri sağlam tutmuş, ailenin yaşlılarına “öf” dedirtmemeyi esas almıştı. Çocuklar bu örneklere göre yetişirdi…
Kendisi iflah olmaz bir İslam düşmanı olan İngiliz Sefiri Sir James Porter, XVII. Yüzyıl Osmanlı ailesindeki sevgi ve dayanışma ruhundan gıpta ile bahsediyor: “Baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlatlık göreviyle ilgili olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür... Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri sevgi ve hürmet, özellikle takdire değer. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığırından çıkmış evlatlar az görülür...”
Ne yazık ki, aile dışı bağlarımızdan sonra (komşuluk ilişkisi gibi) aile içi bağlarımız da koptu. Çoktandır hayatı paylaşmıyoruz. Aynı ailenin fertleri tek tek kendi hayatlarını yaşıyor. Aile kültürü git gide zayıflıyor. Bundan da en çok çocuklar etkileniyor.
Fransız yazar ve gezgin Dr. A. Brayer, çocuk yetiştirme zincirinin ilk halkasını keşfediyor, diyor ki: “Çocuklar arasında küfürleşme ve yumruklaşma görülmez. Bunlar İslam terbiyesiyle ıslah edildikleri için, kendi aralarında sakin sakin oynayıp eğlenirler.”
İşin özü ve özeti Brayer’in “İslam tarbiyesi” vurgusu yaptığı yerdir. Uzaklaştığımız nokta da işte o noktadır.
Bu sistemi tabiatıyla önce anne-baba hazmetmeli, anlatarak değil, yaşayıp paylaşarak çocuklarına aktarmalıdır…
İngiliz yazarı Thornton, “Sade bir din olan İslamiyet’i, çocuklar, analarıyla babalarından öğrenirler” diyerek tam bu noktaya vurgu yapıyor ve aşağı-yukarı her şeyi açıklayan flaş bir cümle ile özetliyor:
“Türklerin ahlakı, çocuklukta, iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...”
Bence işin nirengi noktası budur. Günümüzde kötü örnek çok, iyi örnek ise “yok” denecek kadar az: Çocuklarımız “kötü örnek”lerle iç içe büyüyor… Sonuçta “kötü” ve “kötülük” normalleşiyor, sıradanlaşıyor, tabiatıyla da kanıksanıyor.
Bu durumda kendimiz (anne ve baba) “iyi örnek” olmak zorundayız...
Yani “adam gibi çocuk” yetiştirmek için, önce anne-babaların “adam gibi adam” olmaları lazım.
Nineler ve dedeler dışarıda
Çoktan beridir anneleri “kariyer” endişesi, babaları “daha çok kazanma” ihtirası sardı. Dolayısıyla şimdiki “çağdaş” (eskiden “asrî” derlerdi) aile yapımızda anne de çok meşgul baba da. Anne modernitenin dayattığı gereksizliklerle (eşyaya hizmetkârlık gibi) cebelleşirken, baba “daha fazla para” kazanma ihtirasının kamçısı altında durup dinlenmeden, hatta eve dahi uğramadan koşturuyor…
Nineler ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa emanet, ya daha iyi bir ihtimalle kreşlere...
Artık ne kadar yetişebilirlerse o kadar yetişiyorlar.
Osmanlı aile yapısını inceleyen İsveçli Aile Hukuku Profesörü Gaston Jezz şunları yazıyor:
“Ben Batılı bir aile hukuku profesörü olarak diyorum ki; Türk milletinin elinden aile nizamını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.”
Belli ki, Prof. Gaston Jezz, Osmanlı aile yapısını ve tabii terbiye sistematiğini, Osmanlı Devleti’ni yücelten olgunun temeli olarak görüyor.
O nizamın temel unsurlarını ise şöyle özetlemeye çalışıyor:
“Osmanlı aile hayatındaki güzellik, nezahet ve samimiyet zannetmiyorum ki başka bir yerde olsun. Osmanlı'daki İslamî hayat, huzurlu bir hayatın zirve noktasıdır. Birbirine sevgi-saygı ile bağlıdırlar. Bayramlarda, kandillerde küçüklerin büyükleri ziyareti, büyüklerin küçüklere iltifatı şiir gibi bir hayatın ipuçlarını veriyor. Osmanlı aile hayatı güzelliklerle doludur. Toplumsal yapı edebiyatla süslenmiştir. Hayat şiir gibi yaşanmaktadır. Bütün bunları ailede öğreniyorlar.”
Geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengin…
Şu halde, Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş ceddimizin, çocuk eğitimi konusunda, bizimkinden farklı bir metotları vardı. Bu yüzden gerek aile içi eğitim, gerekse okul eğitimi daha iyi sonuç vericiydi. İşte bu metodolojinin kaynaklarına ulaşmamız ve güncelleyip çağa taşımamız gerekiyor.
Yeni yıla girerken nefis muhasebesi...
Nefis muhasebesi; kişinin kendisiyle yüzleşmesi, kendini kontrol etmesidir. İnsanın kendisini, yaratılış amacı ve sorumlulukları açısından hesaba çekmesi, iman ve amelinin kontrolünü yapması, durumunu değerlendirmesidir. Buna günümüzde oto kontrol denilmektedir. İnsanların kendilerini muhasebe etmesi, Allah’a kulluk görevini hakkıyla yerine getirebilmesi; dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabilmesi için şarttır. Zira kendisini kontrol ve muhasebe eden kişiler, kendi içinde ve dışarıya karşı uyumlu, başkalarının “temel haklarına saygılı fertlerden oluşan” bir toplum meydana getirirler.
Nefis muhasebesinde başarılı olabilmemiz için; önceden işlediğimiz günahlar ve bunların hesabının nasıl verileceğini düşünmeli; Allah tarafından bütün davranışlarımızın sürekli olarak kontrol altında tutulduğunu, hayatın hesabının en ince noktasına varıncaya kadar sorgulanacağını bilmemiz gerekmektedir.
Mutlaka gerçekleşecek olan ölümü ve kıyameti hatırdan çıkarmamalı, davranışlarımıza bu kaçınılmaz gerçekleri göz önünde tutarak yön vermeliyiz. Bir ayeti kerimede şöyle buyrulur :“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir”
İbn-i Ömer (r.a) anlatıyor: "Rasulullah (a.s) omzumdan tuttu ve: "Sen dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol" buyurdu. Yine İbn-i Ömer (r.a) hazretleri şöyle diyordu: "Akşama erdin mi, sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap”.
Yeni bir yıla yaklaşmış bulunuyoruz. Geçen yıldan bu zamana kadar gerek kendimiz, aile fertlerimiz, akraba ve komşularımız için, gerekse yaşadığımız toplum için ne gibi güzel işler yaptık? Yahut kendimize, topluma, insanlara ne gibi zararlarımız dokundu? İyiliklerimizi çoğaltmak, yanlışlarımızı düzelmek için böyle bir değerlendirme yapmamız gerekmektedir. Zira Peygamberimiz S.A.V. şöyle buyurmuşlardır. “Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan, aciz kimse ise, nefsinin arzularına tâbî olan ve Allah’tan (olmayacak şeyler) temennî eden kimsedir.”
Acaba biz gelecek yıla ulaşabilecek miyiz? Böyle bir garantimiz olmadığına göre bir düşünelim: Şu anda ruhumuzu teslim edecek olsak, yaptıklarımızla Yüce Yaratan'ın huzuruna varmaya yüzümüz var mı, yok mu? O halde, her birimiz son nefesimizi vermeden önce kendimizi hesaba çekmeli ve nefis muhasebesi yapmalıyız. Zira yaptıklarımızdan Allah’ın huzurunda hesap vereceğiz.
Nitekim Peygamber efendimiz (SAV); Kıyamet günü kişinin tüm yaptıklarından sorgulanıp hesaba çekilmeden mahşer yerinden ayrılamayacağını bize haber vermektedir. Hz. Ömer (R.A) da: "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz" uyarısında bulunmaktadır.
Yine Resulullah (S.A.V) buyurdular ki:
"Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz:
* Ömrünü nerede harcadığından,
* Ne amelde bulunduğundan,
* Malını nereden kazandığından ve nereye harcadığından,
* Vücudunu nerede yıpratıp eskittiğinden.
Bütün bunları değerlendirerek dinimizin haram ve yasak kıldığı birtakım günahları işlediysek onlara tövbe etmeli ve bu günahlardan vazgeçmeliyiz. Allah'a karşı görevlerimizde, ibadetlerimizde eksikliklerimiz ve kusurlarımız varsa onları telafi etme cihetine gitmeliyiz. Ömrümüzün sayılı olan günlerini Allah'ın haram ve yasaklarında değil, razı olduğu iş ve ibadetlerle geçirmeye çalışmalıyız.
Tüm dostlarımın ve okuyucularımın yeni yılını tebrik eder, hayırlara ve bereketli kazançlara vesile olmasını temenni ederken, yeni yılın sağlık, afiyet ve toplumumuza huzur getirmesini Yüce Allah’ tan niyaz ederim.Mutlu yıllar herkese….
Ömer YANIK
İnternette dolaşan Köyümüzle İlgili Bir Hatıra
HOSGÖRÜ ÖRNEKLERI
Tulum Köyü' nden bir vatandas anlatmisti.
Esegine binmis, Sorgun' a gidiyor. Asfalt köy yolu, Külhüyük Köyü' nün yanindan geçer. Tulumlu, Külhüyük Köyü' ne yaklastigi sirada bir kadin, yirmi kadar koyununu yolun öbür yönüne geçirmek istiyor. Ama koyunlar inat. Çiplak yolda ot olmayinca , anlasilan o nedenle istekli olmuyorlar. Kadincagiz öfkeli. Koyunlara çubukla vuruslari fayda etmiyor. Birini yola itiyor, koyun geri geri dönüyor. O sirada Tulumlu geliyor, esekten ürkmesinler diye koyunlarin içine girmeden beklemeye basliyor. Kadin, koyunlara hem vuruyor, hem bagiriyor:
"Kiis Kizilbas' in mali kis!.."
bu arada Tulumlu eseginden iniyor, koyunlari Tulum' a dogru götürmeye basliyor. Kadin saskin, hirsizlik, hainlik hepsi olabilir...
"Gardasim"diyor.""Sen deli misin. Cin misin? Kocam görse beni öldürür...Koyunlarimi birak!"
"Bu koyunlar benim, onun için köyüme götürüyorum" " diyor adam ama kadin hem öfke, hem korku içinde bagiriyor, arada bir yalvarmali da oluyor.
Tulumlu kadina diyor ki:
"Sen Kizilbas' in mali demedin mi?"
"Heye, dedim."
"Ben Kizilbas' im. O sebeple bu koyunlar benim oldu!..."
Arif Bas 04.10.2005
“Dini ve Namusu Olanlar Kazanamaz!”
YER Ankara, tarih 10 Temmuz 1923... Tren istasyonundaki özel kalem binasında, Cumhuriyet Halk Fırkası (o tarihte partiye fırka deniliyordu) nizamnamesi (tüzüğü) hazırlanıyor. Ülkenin iki meşhur ve büyük Paşası konuşuyor. Bunlardan biri Şark Fatihi Kâzım Karabekir'dir.
Konu bir ara ülkenin kalkınmasına geliyor. Ünlü ve büyük Paşalardan biri Kazım Paşa'ya şu sözleri söylüyor: "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar!.. Fakir kalmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur."
Tarihçi İsmet Bozdağ "PAŞALAR KAVGASI" isimli eserinde bu konuşmayı nakl etmiştir.
PKK terörünün gölgesinde yapılan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile mücadele etmeye hazırlanırken feci şekilde öldürülen Uğur Mumcu da Kazım Karabekir ile ilgili kitabında bu konudan bahsediyor.
Karabekir paşa hatıralarında bu konuyu ele almıştır...
1923'ten bu yana kaç yıl geçti? Seksen altı yıl. Paşa'nın söyledikleri hayata uygulandı mı? Uygulandı.
Türkiye'de beklenen kalkınma oldu mu? Bir miktar oldu ama ülkemiz bir Japonya olamadı, bir Güney Kore olamadı, bir Tayvan veya Singapur olamadı. Toplum yapımız çürüdü, dağılma ve çökme sürecine girdik.
Avrupa'nın kuzeyinde dört ülke vardır: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya... Türkiye bunlar kadar zengin olamadı, kalkınamadı. Norveç'te, fert başına düşen yıllık gelir payı 50 bin doların üzerindedir. Üstelik o ülke AB üyesi değildir. İki kere referandum yapılmış, halk AB üyeliğini reddetmiştir.
Bazıları, Türkiye'yi kasıp kavuran kokuşmanın, yolsuzlukların, talan ve vurgunların son birkaç on yılda oluştuğunu sanır.
CHP liderleri kendilerinin temiz, karşılarında olanların kirli olduğunu söyler durur.
Hayır!.. Maalesef yolsuzluklar 1923'e kadar dayanmaktadır. Yolsuzlukların anası CHP'dir.
1915 ile 1923 arasında Ermeniler sürülmüştü. Onların malları, evleri, arazileri, dükkanları...
Yunan ordusu bozulunca Anadolu Rumlarının bir kısmı kaçmış veya telef olmuştu. 1924'te Lozan anlaşmasının mübadele maddesi gereğince Anadolu Rumlarının tamamı Yunanistan'a gönderilmişti. Bir buçuk milyona yakın Rum gönderilmiş, yerlerine Yunanistan'dan 400 bin kadar Türk ve Müslüman gelmişti. Rumların evleri, dükkanları, arazileri, atölyeleri, fabrikaları, malları, bağ ve bahçeleri...
İstanbul'un en büyük matbaa tesislerinden biri Mateosyan adlı bir Ermeni'ye aitti. İşgal kuvvetleri 1922'de İstanbul'u terk ederken, işgalcilerle işbirliği yaptığı için bu Ermeni de yurt dışına kaçmış ve kısa bir müddet sonra matbaası, binasıyla birlikte, Karay asıllı olduğu iddia edilen bir CHP kodamanının eline geçmişti.
Sovyetler Birliği'nde Lenin ve Stalin, Türkiye'de CHP oligarşisi dinsizlik yapıyordu. Medreseler kapatılmıştı. Göstermelik olarak onların yerine açılan İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip mektebi de, rağbet yok bahanesiyle kapatılmıştı. Okullardan din ve ahlâk dersleri kaldırılmıştı. Ülke çapında dinsizlik terörü estiriliyordu. Kalkınmak için...
Ünlü ve büyük paşamızın dile getirdiği "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar..." ilkesi hayata tatbik ediliyordu.
Öyle bir talan başlamıştı ki, ülkenin bize ait olduğunu gösteren, bir tür tapu senedi mahiyetinde olan tarihî İslâm kabristanları bile düzleniyor, arazilerinin bir kısmı kapanın elinde kalıyordu.
Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Kemal Tahir ve daha nice edip ve romancı bu talan ve soygunu kitaplarında işlemişlerdir.
Gazeteci Arif Oruç, İstanbul'da YARIN gazetesini yayınlıyordu. Mateosyan matbaasını eline geçiren CHP iktidarı yanlısı gazete ile amansız bir polemik ve mücadele yapıyordu. Rejim bu gibi muhalefeti susturmak için sert kanunlar çıkartmış, basın hürriyetini gemlemişti. Arif Oruç canını kurtarmak için komşu Bulgaristan krallığına kaçmış, İstanbul'da harf devriminden sonra Latin yazısıyla yayınladığı YARIN'ı orada Osmanlıca yazıyla çıkartmaya devam etmişti.
Modern Türkiye'nin en büyük derdi, krizi, olumsuz tarafı kokuşma ve yolsuzluklardır. Temizlik ve şeffaflıkta (saydamlıkta) uluslararası notumuz 10 üzerinden 4'tür. Yani ahlâk, fazilet, doğruluk, dürüstlük, temizlik, saydamlık konusunda geçerli not alamıyoruz.
Türkiye'deki bütün olumsuzlukların temelinde bu müzmin kokuşma yatmaktadır.
Kokuşma bütün kötülüklerin anasıdır, sebebidir.
1950 ile 1960 arasındaki Adnan Menderes (Demokrat parti) iktidarı esnasında partizanlık yapılmış, birtakım yolsuzluklar olmuştur ama bunlar hiçbir zaman bugünkülerle kıyas edilebilecek şekilde genel ve yoğun olmamıştır. Menderes iktidardan düşürülüp Yassıada (sözde) Yüce Divanında muhakeme edilmiş ve kendisinin bir kuruş yolsuzluğu bulanamamıştı. Aileden zengin ve varlıklı idi. Dedelerinden, babasından kalma çiftliği vardı.
1945'ten sonra ülkemize çoğulculuk gelmiş, çok partili sistem işletilmişti ama temizlik ve şeffaflık için bu da yetmemişti.
Siyasal İslâm ve İslâmcılar taifesi Türkiye'yi temiz ve şeffaf bir hale getirebildi mi?
Bu sorunun cevabını bendeniz vermeyeyim, okuyanlar versin.
Kokuşma, yolsuzluklar, haram ve kara servetler konusunda Müslüman halkın bir kısmı maalesef şunları söylemektedir:
*Dinsizler şimdiye kadar çok yediler, bundan sonra biraz da Müslümanlar yesin...
*Kötü düzenlerde kötü işler yapmak caizdir.
*Müslümana her şeyin en iyisi layıktır.
Ülkemizde çok büyük bir sosyal adaletsizlik hüküm sürmektedir.
Ülkemiz bir rantlar ülkesi haline gelmiştir.
Ülkemizde 300 milyar dolar miktarında kara, haram, kirli, necis servet birikimi vardır.
Maalesef 1923'te dinsizlik ve namussuzluk adına başlatılan yeme, soyma, götürme, vurma furyasına birtakım İslâmcılar da katılmıştır.
1970'lerde kendini mücahid olarak tanıtan nice makyavelist bugün efsanevî servetlere sahip olmuştur.
İslâm dini ve ahlâkı böyle kara servetleri, bunları elde etmek için başvurulan kirli ve ahlâksız metotları asla kabul etmez.
Ahlâk dışı zenginleşmenin ve kalkınmanın Türkiye'yi ne kadar ilerletmiş ve kalkındırmış olduğunu hepimiz görüyoruz.
Bendeniz şöyle diyorum: Ahlâka uygun, namuslu ve şerefli metotlarla çalışılmış olsaydı, Türkiye zenginlikte, kalkınmada, sosyal adalette Japonya, İşveç, Norveç gibi olabilirdi. Bugünkü kokuşma bataklığına düşmemiş olurdu.
Hırsızlıkla, kokuşma ile mükemmel uçaklar yapılamaz, İsveç'in Volvo ve Saab otomobilleri gibi mükemmel ve harika otomobiller üretilemez; Heidelberg, Harvard, Oxford gibi üstün üniversiteler kurulamaz...
Türkiye bir İslam ülkesidir. Bu memlekette ahlâk ve fazilet hakim olmalıdır.
Hakim olmazsa işte bugünkü gibi oluruz.
|